31 Temmuz 2014 Perşembe

Kitap İncelemesi / Yüreğinin Götürdüğü Yere Git-Susanna Tamaro



Yıllardır kitaplığımda duran ve oraya nereden nasıl geldiğini bilmediğim bu kitap şans eseri bir gün yine elime geçti. Bu kitap muhtemelen anneme ait çünkü benim elimdeki 23. Basım ve 1996 yılına ait. Sayfaları baya eskimiş, sararmış ve kitabın konusuyla bütün olmuş bir haldeydi. Sizi bilmiyorum ama benim kitaplığımdaki bazı kitaplar okunacak zamanı bekliyorlar sanki. Zamanları geldiğinde de bir şekilde elime almış oluyorum onları. Bu kitapta tam olarak öyle oldu. İlk satırlarını okumaya başladığım an beni içine aldı. Sanki bugünler için bana kılavuz olmaya gelmiş gibi... 

Biraz kitaptan bahsetmek gerekirse eğer İtalyan yazar Susanna Tamaro, bu kitabı 1994 yılında yayınlamıştır ve yayınlandığı andan itibaren İtalya'da büyük bir yankı uyandırmıştır. 
Orjinal adı, "Va' dove ti porta il cuore" dir. Yazar, bir de bu kitabın devam niteliğinde olan "Yüreğimin Sesini Dinle" adlı kitabı da 2007 yılında yayınlamıştır.



Bir kitabı anlayabilmek için önce yazarını tanımak gerektiğine inanan biri olarak Susanna Tamaro'yu biraz araştırdım. 

Tamaro, İtalyan kent soylu bir ailenin kızı olarak dünyaya gelmiştir. Zor bir çocukluk dönemi yaşamıştır. 18 yaşındayken bir depreme tanıklık etmiş, 25 yaşında ölümcül bir hastalık geçirmiş ve 27 yaşında yazmaya başlamıştır. Genelde günlük ya da mektuplar şeklinde kitaplar yazan yazar, olayları hep birinci ağızdan yazmıştır. Eserlerinde hep bir hüzün vardır. Kahramanları ise genellikle ölümün eşiğine gelmiş kişilerdir. Bir nevi yazar, kahramanla kendini özdeşleştirmiştir.





Bu kitap da yaşlı bir kadının torununa yazdığı mektuplardan oluşmaktadır. Ama ne yazık ki hiçbirini göndermemiştir, bu nedenle biraz da kendisiyle konuşuyor gibidir kahraman. Torunu Amerika'ya yerleştikten sonra kimsesi kalmayan bu kahramanımız torununun bıraktığı bir gül ve bir köpek ile torununa olan özlemini ona mektuplar yazarak anlatmaya başlıyor. Bu mektuplarda kızının ve kendi hayatının bilinmeyen yönlerini, torununa hiçbir zaman anlatmadığı sırlarını yazıyor. Kendisiyle yüzleşen ve iç hesaplaşma yaşayan bu yaşlı kadın aynı zamanda çok hasta ve ölümünün yakın olduğunu da bilmektedir. Hatta hastanede kalması gerektiğini söyleyen doktorlara karşı çıkıp, eskimolar gibi ölmek istediğini söylüyor. Burada durup biraz şaşırdım ve ne alaka acaba diye düşündüm. Kısa bir eskimo araştırmasından sonra ise :) bakın ne buldum; "Ölmek üzere olan yaşlılar, ana karadan kopan buzulların üzerine oturup denize açılarak buzul ile birlikte ölüme doğru yola çıkarlar."

"Yüreğinin Götürdüğü Yere Git", bize yaşlılık ve gençlik arasındaki farkları göstermektedir. Kahramanımız gençliğini yaşlılığıyla kıyaslayarak anlatıyor. Bu sırada zamanla değişen aile değerleri, ebeveyn ve çocuk ilişkilerine de değiniyor. Hatalarıyla yüzleşiyor. Kendi kızıyla ilişkisi ile kendi annesiyle ilişkisini karşılaştırıyor. Torununun neler hissettiğini anlayabilmek için kendi gençliğiyle yüzleşiyor. Kendi kızının babasının başka biri olduğunu söyledikten sonra kaza geçirip ölmesinden sonra büyük bir vicdan azabı çekiyor. Torununa mektuplarında annesinin gerçekten nasıl biri olduğunu anlatıyor. Babasıyla ilgili ise torununa, ne yazık ki babasının kim olduğunu bilmediğini söylüyor.

Aynı zamanda kendi hayatında, kendi evliliğinde yaşadığı problemleri anlatan yazar, kocasının ne kadar ilgisiz olduğundan ve aralarında herhangi bir aşk olmadığını düşündüğü için ne kadar acı çektiğinden bahsediyor. Bu arada bir hekime aşık olup ondan kızına hamile kalıyor. 

Bu iç yüzleşme, bu yaşlılıkla gelen yalnızlık hissi ve torununa bıraktığı bu miras niteliğindeki mektuplar en sonunda yaşlı kadının şu sözleriyle etkileyici bir şekilde sona eriyor :


"Şimdi neredesin? Sen bu yazdıklarımı okurken burada olacaksın, benim eşyalarım da çoktan tavan arasına kalkmış olacak. Sözlerim seni kurtarabilecek mi? Beni belki daha da büyüdüğünde, ancak uzlaşmazlıktan merhamete uzanan o esrarengiz yolu aşmışsan anlayabileceksin. Sabah güneş doğduğu andan gece yarısına dek seni bir an bile rahat bırakmayacağım. Kendine dikkat et. Büyürken yanlışların yerine doğruları koymak istediğinde şunu anımsa: Yapılacak ilk devrim, insanın kendi içinde yapacağıdır ,evet ilk ve önemli devrim budur. İnsan kendi hakkında bir düşünceye sahip değilken bir düşünce uğruna savaşmak, yapılabilecek en tehlikeli şeylerden biridir.Ve sonra, önünde pek çok yol açılıp sen hangisini seçeceğini bilemediğin zaman, herhangi birine, öylece girme, otur ve bekle. Dünyaya geldiğin gün nasıl güvenli ve derin derin soluk aldıysan, öyle soluk al, hiçbir şeyin senin dikkatini dağıtmasına izin verme, bekle ve gene bekle. Dur, sessizce dur ve yüreğini dinle. Seninle konuştuğu zaman kalk ve YÜREĞİNİN GÖTÜRDÜĞÜ YERE GİT."

Kitap, bana birçok şeyi öğretmekle beraber birçok öğüt verdi bana. Bu yaşlı kadın sanki benim ninemmiş gibi sevdim, bağlandım. Bir günde bitirdiğim bu kitap ile aramda bir bağ oluştu. Ne zaman bunalsam elime alıp bir mektubu okuyup kendimi iyi hissedeceğim bir kitap oldu. Herkese tavsiye ederim. Ben de bu kitabın ikincisini en kısa zamanda alacağım.

Kitaptan en sevdiğim kısımlar;


"Akmayan gözyaşları kalpte birikirler, zamanla kabuk tutarlar ve kirecin çamaşır makinesini tıkaması gibi kalbi tıkayıp felç ederler."


"Kaderin geçmişteki davranışlarımızın bir sonucu olarak oluştuğunu, kaderimizi kendi ellerimizle bizim çizdiğimizi gördüm."


"Mutsuzluk genel olarak dişi çizgiyi izler. Bazı kalırsak anomaliler gibi anadan kız evlada geçer. Geçerken de zayıflayacağına daha yoğun, daha kalıcı ve derin olur."


"Sevgiye tembellik yakışmaz, onu dolu dolu yaşamak için kararlı ve güçlü devinimler gereklidir."

"Artık çıkış yolunun kalmadığını sandığın bir durumda umutsuzluğun zirveye vardığında, rüzgar hızıyla her şey değişir, altüst olur ve bir andan ötekine geçerken kendini yeni bir yaşantının içinde bulursun."

"Her erkeğin yaşamında mükemmel birlikteliğe ulaşabileceği tek bir kadın vardır, her kadının yaşamın bütünlüğüne ulaşabileceği tek bir erkek vardır. Ama ulaşabilmek pek az kişinin yakalayabildiği bir alınyazısıydı. Geride kalan herkes bir tatminsizlik, sürekli bir özlem içinde yaşamak zorundadır."

"Aşık olana dek, yüreğin özgür kaldığı sürece, hiçbir erkeğin dikkatini çekemezsin; sonra bir tek insana kapıldığın anda, sen artık başkalarını hiç umursamazken, herkes peşine düşer, sana tatlı sözler söylerler, sana kur yaparlar."

"Bir erkeği sevince -onu bütün bedenin ve ruhuyla sevince- ondan bir çocuk istemek en doğal şeydir. Burada zihinsel, mantıksal temellere dayanan bir seçim söz konusu değildir."

"Ölüler yokluklarıyla değil, daha çok -onlar ve bizler arasında- söylenemeyenler yüzünden acı verirler."

"Çınarın altına oturduğunuzda kendiniz değil, çınar olun, ormanda orman, kırda kır, insanlar arasında insanlarla olun."


KEYİFLİ OKUMALAR....


Devamını oku »

26 Temmuz 2014 Cumartesi

Kitap İncelemesi / Dantel Falcısı-Brunonia Barry





D&R'ın indirim reyonunda gezinirken çok uygun bir fiyata aldığım bu kitabın arka kapağında "Sırlar, karmaşık kimlikler, yalanlar ve yarı gerçekler dünyasında hareket eden, büyüleyici bir hikaye..." yazıyordu. İlgimi çekti, ne kadar kötü olabilir ki diye düşündüm. Kitabı 2 kere yarıda bırakarak araya başka kitaplar karıştırıp bunu bir köşeye attım. Sonra da azmettim ve bu bitmeden başka kitaba başlamayacağıma karar verdim. 

Öncelikle biraz yazardan bahsetmek istiyorum. Çünkü gerçekten daha önce hiç duymadığım ve araştırdığımda hakkında Türkçe hiç bilgi bulamadığım bu yazar Massachusetts'te doğup büyümüş ve New Hempshire Üniversitesi'nde edebiyat ve yaratıcı yazarlık eğitimi almıştır. Tiyatroyu çok sevdiği için Chicago'ya gitmiş ve burada çeşitli oyunların tanıtımlarında yer almıştır. New York'ta senaryo yazarlığı eğitimi almış, ABD'nin büyük bir kısmını dolaştıktan sonra Massachusetts'e dönmüş ve eşiyle beraber Salem'de yaşamaya başlamıştır. Aynı zamanda eşi Gary Ward ile beraber zeka oyunları ve bulmacalar üzerinde çalışan bir şirket kurmuştur. Bu romanda yazarın ilk romanıdır. Yazar hakkında daha fazla bilgi almak isterseniz şurada bulabilirsiniz.



Kitabı okurken Salem ve Massachusetts öyle detaylı betimlenmiş ki yazarın orada yaşıyor olduğuna hiç şaşırmadım. Çoğumuzun bildiği gibi birçok diziye ve filme de konu olmuş Salem ve Salem cadıları çok ünlüdür. Bu kitap da Salem cadılarından gelen Towner Whitney'i anlatmaktadır. Salem cadılarını evet biliyordum ama bu kitap tekrardan araştırmama neden oldu. 



Kitabın biraz içeriğinden bahsetmem gerekirse Towner Whitney, Whitney ailesinin kadınlarına ait olan özel bir yeteneğe sahiptir. Kitabın adından da anlaşılacağı üzere Whitney kadınları dantel falı bakıp geleceği görebiliyorlar. Hatta Kalvinistler tarafından "cadı" olarak adlandırılmaktadırlar. Towner bir gün ailesinden kendisine en yakın gördüğü Eva'nın kaybolduğu hakkında bir telefon alır ve Salem'e geri döner. Fakat ne yazık ki Eva'nın şüpheli ölümüyle karşı karşıya kalır ve kendi geçmişinin izleriyle yüzleşmeye başlar. Towner, ikiz kardeşi Lyndley'in intiharından sonra Salem'e ilk defa gelmiştir. Çocuğu olmadığı için annesinin, teyzesi Emma'ya verdiği bu ikizinin babasından gördüğü utanç verici cinsel saldırıları ve dayakları hatırlar. Bu sırada Salem'de bir kız daha kaybolur ve polis şefi Rafferty hem bunları araştırırken hem de Towner ile ilgilenmeye çalışır. 

Bana göre kitap kurgusal açıdan biraz karışık. Kitabı ilk okumaya başladığımda isimlere adapte olmakta çok zorlanmıştım. Bazı yerlerdeki gereksiz betimlemeler ne yalan söyleyeyim beni çok yordu ama ona rağmen güzel bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Özellikle sonu çok şaşırtıcı bitiyor. Ne yazık ki Towner -asıl adı Sophya olan- asıl annesinin teyzesi olduğunu ve ikiz kardeşinin de aslında doğum sırasında öldüğünü öğrenir. Kişilik problemi olan Towner, hayatındaki bütün kötü olayları ikiz kardeşi yaşamış gibi düşünmüştür. 



İkizler özel şeylerdi. Herhangi bir yaşta ikizinizi kaybettiğinizde, kendinizden bir parçayı yitirirsiniz. Yarınız ölür. İkizini anne karnında ya da doğumda kaybedip ikiz olduğunu bilmeyenler bile sanki yarı parçaları kaybolmuş ve bir daha asla bulamayacak gibi ayrılık ve keder duygularıyla dolanıp durmuştur hayatları boyunca.


Ne yalan söyleyeyim kitap bittiğinde Towner için çok üzüldüm. Çünkü ona baya alışmıştım. Ama kendisi tanıştığım en deli kahramanlardan biri olmayı başardı. O yüzden kitap; dantel falı, gereksiz polisiye durumları ve dediğimi gibi abartılı betimlemeler dışında konu olarak güzeldi. Yazarımız Brunonia Barry, bende ilgi uyandırdı ve en kısa zamanda onun bir kitabını daha alacağım. 

Kitap sayesinde Salem ile aramda özel bir bağ oluştu :) Kitap hakkında daha detaylı bilgi için burayı ziyaret edebilirsiniz. 




KEYİFLİ OKUMALAR.....




Devamını oku »

18 Temmuz 2014 Cuma

Kitap İncelemesi / Zorba-Nikos Kazancakis




Merhabalar... Bu yazımda bir süredir okuduğum Nikos Kazancakis'in ünlü eseri Zorba'dan bahsedeceğim. Bir süredir okuduğum diyorum çünkü insanın hayatında öyle kitaplar olur ki gerçekten bitmesin diye okumak istemez. Bu kitap da benim için tam olarak böyleydi. Nereden nasıl başlasam bilmiyorum. Çünkü kitap gerçekten insanın hayata bakışını bir şekilde değiştirebilecek ve etki edebilecek niteliklere sahip. Zira okudukça erkeklerin bakış açılarını bir kadın olarak daha farklı açılardan gördüm ve bazı düşüncelerimin de değişmesini sağladı. 

Kitabın başında bulunan "Yazarın Önsözü" kısmında Kazancakis'in Zorba hakkındaki düşünceleri yer alıyor. Aleksi Zorba için öyle güzel bir cümle kurmuş ki bunun üzerine Zorba'nın Kazancakis için ne kadar önemli olduğu hakkında konuşmak gerçekten doğru olmaz; "Eğer bugün, dünyada bir ruh kılavuzu, Hintlilerin dediği gibi bir guru, Aynaroz papazlarının dediği gibi bir yeronda seçmem gerekseydi, kesinlikle Zorba'yı seçerdim."

Kazancakis bu kitabıyla bir nevi kendi hayatını anlatmaya çalışmış, kendisiyle girdiği sessiz hesaplaşmayı göstermiştir.Kazancakis, Zorba ile korkmamayı, yaşamı sevmeyi ve ayakta durabilmeyi öğrenmiştir. Zorba tam olarak özgür insanın simgesidir. Ne yazık ki Kazancakis, Nobel ödülünü bir puanla Camus'a kaptırmıştır. Fakat Albert Camus bile "Nobel, benden çok onun hakkıydı." demiştir. 



Kazancakis'in mezar taşı da bir o kadar ilginçtir. Çünkü üzerinde yazanlar sanki tam olarak Aleksi Zorba'nın ağzından çıkmış gibidir. "Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm."



Kitabın içeriği hakkında biraz bilgi vermek gerekirse kitap, adı kitapta hiç geçmeyen Yunan asıllı bir yazar tarafından anlatılıyor. Kitaplarla içli dışlı olan bu yazar bir süre hayatı anlamak için Girit'e gitmeye karar verir. Burada linyit kömürü işi de yapacaktır. Eski bir dostuyla da yolları ayrıldığı için kendini yalnız ve mutsuz hisseden bu yazar yolda Zorba ile tanışır ve onu da yanına alıp linyit işiyle uğraşması için ustabaşı yapar.

Girit'te başlayan bu arkadaşlık zamanla daha da pekişip daha da güçlenir ve Zorba'nın hayata bakış açısı yazarı da derinden etkilemeye başlar. Bu sırada Buddha ile ilgilenen yazar hayatı sorgulayıp bilinçlenmeye çalışmaktadır ama Zorba'nın düşünce yapısı her şeye baskın gelir ve yazar Buddha ile içten içe savaşmaya başlar. Zorba'ya göre hayat yenilgilerle doludur ama önemli olan bu yenilgiler sonunda pes etmemektir. Bir nebze yenilgileri sevmektedir Zorba. Kadınlara bakış açısıyla da beni tamamen şaşırtan Zorba, onlara içten içe acımaktadır, ama onlardan asla vazgeçememektedir. 

Aynı zamanda çok çalışkandır. Çalışırken başka hiçbir şeyi düşünmez, tamamen işine odaklanır. Din hakkındaki düşünceleri de bir o kadar ilginçtir. Tanrı'ya inanmaz ve onunla dalga geçer. Vatan düşüncesine de tamamen karşıdır. Vatan düşüncesinin insanı vahşileştirip acımasız yaptığına inanır. Neredeyse unutuyordum, en önemlisi ise Zorba keyifli olduğu zaman santur çalar ve raks ederek anlatmak istediklerini anlatır. Dans etmek onun için bir tutkudur. 



Kitabın olay örgüsü sade ve ağırdır. Yazar, Zorba ile konuşmalarına daha fazla önem vermiştir. Bu yüzden okurken sanki Zorba ile yazarın konuşmaları sırasında onların yanındaymışım gibi hissettim. Zorba'yı her sayfada daha çok sevdim. O yüzden kitabın içeriği hakkında daha fazla bir şey yazmamaya karar verdim. Herkesin okumasını tavsiye edeceğim ve ders niteliğinde bir kitap olan Zorba, benim için hayata bakışımı değiştiren kitapların arasına çoktan girdi. 

Zorba'yı daha iyi tanımanıza yardımcı olacak ve benim  kitapta en çok beğendiğim kısımlar ise şunlardır:


  • "Kişilik kaybolur, yüz silinir, genç ya da moruk, güzel ya da çirkin, hepsi anlamsız bir değişikliğe uğrardı; her kadının arkasında Aphrodite'in onurlu, kutsal ve sır dolu yüzü belirirdi."
  • "Kadın korkunç bir sırdır, hiçbir zaman da kapanmayan bir yarası vardır. Sen kulak asma, bütün yaralar kapanır ama, o yara kapanmaz."
  • "İnsan canavardır. Büyük canavar! Ona kötülük mü ettin? Senden çekinir ve titrer. İyilik mi yaptın? Gözlerini oyar..."
  • "Bir kadın küpelerini, incik boncuğunu, kokulu sabunlarını, bir şişe lavantasını verecekti ha!... Kadın onları verdi mi, dünya yıkıldı demektir be! Bu, bir tavuk kuşunu yolmak gibidir."
  • "Kırmızı, sarı, siyah yamalarla yamanmış, binlerce ekli ve yamaları kalın sicimle dikildiği için en büyük fırtınalarda bile yırtılmayan bazı gemi yelkenleri vardır. Benim kalbim de öyle işte! Binlerce delikli, binlerce yamalı, ama korkusuz."
  • "Çaldığımda, öldürdüğümden, zina yaptığımdan değil, hayır, hayır! Tanrı bunları bağışlar. Ama ben, o gece, bir kadın yatağında beklediği halde gitmediğim için Cehennem'e gideceğim."
  • "Kadını kim yarattı?"
  • "Komşumuz ihtiyar bir Türk olan Hüseyin Ağa çok yoksuldu, hanımı, çocukları da yoktu. Akşam eve geldi mi, avluda diğer ihtiyarlarla oturur, çorap örerdi. Ermiş bir adamdı Hüseyin Ağa. Bir gün beni dizlerine aldı; hayır duası eder gibi elini başıma koydu; `Aleksi` dedi, `Bak sana bir şey söyleyeceğim, küçük olduğun için anlamayacaksın, büyüyünce anlarsın. Dinle oğlum, Tanrı`yı yedi kat gökler ve yedi kat yerler almaz; ama insanın kalbi alır, onun için aklını başına topla Aleksi, hiçbir zaman insan yüreğini yaralama."



Keyifli Okumalar....


Devamını oku »

8 Temmuz 2014 Salı

Kitap İncelemesi / Bir Yaz Gecesi Rüyası-William Shakespeare

                

Merhabalaaarr...  Blog yazmadan önce de devamlı severek takip ettiğim sevgili Pınar, blogunda "Yazar Ayları" adı altında bir etkinlik düzenliyor. Bu etkinliğin amacı her ay başka bir yazar belirlemek ve o yazarın bir eserini okumak. Böylece bu ay William Shakespeare seçildi. Bende ufak bir araştırma yapıp hemen okumak istediğim kitaba karar verdim. Hem şu sıcak yaz günlerine yakışacağını düşündüğüm hemde içerik açısından farklılığıyla beni cezbettiği için "Bir yaz gecesi rüyası"nı okumaya karar verdim. 

Kitap, büyü ve yanlışlıklar komedisidir. Gerçekten okurken insan o kadar eğleniyor, o kadar mutlu oluyor ki anlatamam. Shakespeare'in bu oyunu hangi tarihte yazmış olduğu tam olarak belli değilmiş ama tahminen bir soylunun düğünü vesilesiyle saray için yazılmış, sonradan halk tiyatrolarında oynanmış. Ama kitabın içindeki ufak ipuçları ile 1594-1596 yılları arasında yazıldığı tahmin ediliyor. Tabi ki konusu aşk ve evliliktir. Kitap hakkında bu kısa bilgilerden sonra sizlere biraz karakterlerden bahsetmek istiyorum.

  • Theseus - Atina Dükü
  • Hippolyta - Amazonlar Kraliçesi, Theseus'un nişanlısı
  • Egeus - Hermia'nın babası
  • Hermia - Egeus'un kızı, Lysander'a aşık
  • Lysander - Hermia'nın sevdiği genç ve Hermia'ya aşık olan genç 
  • Demetrius - Hermia ile evlenmek isteyen genç
  • Helena - Demetrius'a aşık
  • Philostrate - Theseus'un şenlikçibaşısı
  • Oberon - Periler Kralı
  • Titania - Periler Kraliçesi
  • Puck (ya da Robin Goodfellow) - Peri
  • Bezelye Çiçeği, Örümcek Ağı, Pervane, Hardal Tohumu - Diğer periler
  • Peter Quince (Prolog) - Marangoz
  • Francis Flute (Thisby) - Körükçü
  • Nick Bottom (Pyramus) - Dokumacı
  • Tom Snout (Duvar) - Tenekeci
  • Snug (Aslan) - Doğramacı
  • Robin Starveling (Ay ışığı) - Terzi

Karakterleri görünce aman Allah'ım ben bunların  hepsini karıştırırım dedim ama kitabı okumaya başlayınca öyle olmadı. O yüzden gözünüz korkmasın. Hepsi bal kaymak gibi geldi, okudukça okuyasım, güldükçe gülesim geldi. 

Theseus ve Hippolyta evlilik arifesinde mutlu bir çifttir. Düğünlerinin ne kadar güzel olacağının hayalini kurarlar. Bu sırada Egeus, kızı Hermia'yı Demetrius ile evlendirmek istemektedir ama Hermia, Lysander'e aşıktır ve onunla birlikte olmak istemektedir. Fakat Antik Atina geleneklerine göre Hermia babasının istediğini yerine getirmek zorundadır yoksa cezalandırılacaktır. Theseus, Hermia'yı bu yüzden tekrar düşünmesi için uyarır. Böylece Hermia ve Lysander kimseye görünmeden kaçıp gitmeye karar verirler. Hermia, bunu sadece en yakın arkadaşı Helena'ya anlatır. Helena da Demetrius'u tekrardan görüp onunla konuşabilmek için Demetrius'a bütün planı anlatır. Gece Hermia ve Lysander kaçarken Demetrius onların peşine düşer, Helena da Demetrius'un peşine :) 


"Aşk, basit ve değersiz şeyleri bile
biçimlendirip onu değerli yapabilir.
Aşk gözleriyle değil, hayaliyle görür,
Ve kanatlı Cupid resimlerde bu yüzden kördür.
Aşkın hayalinde düşümeye yer yoktur;
Kanadı var, gözü yoktur, çevresine bakmadan uçar gider.
Bu yüzden aşk bir çocuktur, onun için yanılır seçimlerinde."

Tüm bu olaylar olurken bir tiyatro grubu da Theseus ve Hippolyta'nın düğünü için bir oyun hazırlamaktadırlar. 

Ve bir tarafta da periler aleminde işler değişmektedir. Çünkü Oberon ve Titania Oberon'nun kıskançlığı yüzünden tartışmaktadırlar. Titania'ya çok sinirlenen Oberon bir plan yapar ve Puck'u çağırıp ondan bir aşk iksirini Titania uyurken gözüne damlatmasını ister. Böylece Titania uyandığında karşısına ilk çıkan şeye delicesine aşık olacaktır. Bu sırada Helena ve Demetrius'un kavga ettiğini de görmüş olan Oberon, Puck'a yolda gördüğü Atinalı bir gence de damlatmasını söyler. Fakat Puck herşeyi tamamen birbirine karıştırır ve Demetrius yerine Lysander'in gözüne damlatır ve ne yazık ki Lysander'i uyandıran kişi Helena olur ve Lysander gözünü açtığı gibi Helena'ya aşk sözcükleri söylemeye başlar. Buna karşılık Helena sinirlenir, çünkü Demetrius'a olan aşkından onunla dalga geçildiğini düşünür. 



Bunlar bir köşede birbirleriyle uğraşırlarken Puck tiyatro grubuyla karşılaşır ve illa kötülük peşinde olduğundan Bottom'un kafasını eşek şekline dönüştürür. Böylece grubun geri kalanı korkup, olabildiğince oradan kaçmaya başlarlar. Ve bu sırada periler kraliçesi Titania uyanır ve karşısında Bottom'u görür. Ona birden aşık olup, perilerine onu rahat ettirmelerini emreder. 

Bütün bu karmaşayı Oberon öğrenir ve olayları düzeltmek için Demetrius üzerinde kullanır aşk iksirini. Ve Demetrius'ta Helena'ya aşık olur. Böylece Lysander ve Demetrius, Helena'ya iltifatlar edip aşk sözcükleri söylemeye başlarlar. Helena kendisiyle dalga geçildiğini düşünmeye devam eder. Bu sırada olanları gören Hermia gözlerine inanamaz ve Helena'ya sinirlenip, onu kovmaya başlar. Lysander ve Demetrius'ta birbirlerini dövmek üzeredirler. Ve böylece Oberon Puck'a hepsini uyutup her şeyi eski haline getirecek sihirli tozu serpmesini söyler. Hepsi derin bir uykuya dalar. 

Bu sırada Atina dükü Theseus, nişanlısı Hippolyta ve Hermia'nın babası Egeus düğün hakkında konuşurlarken bu dört genci uyurken görürler. Theseus, Hermia'nın kararını açıklayacağı günün bugün olduğunu hatırlar ve onları uykularından uyandırtır. Hepsi uyandıklarında olan biten her şeyi bir rüya olarak hatırlarlar. Her şey eski haline geri döner. Tek fark ise Demetrius artık Helena'ya aşıktır. Böylece Theseus, Hermia'ya ceza vermek yerine bu iki çifti de evlendirmek için düğünlerine götürmeye karar verir.



"Garip mi garip, gerçekten de öte;
Böyle geçmişten kalma acayipliklere,
Peri masallarına inanmam ben asla.
Aşıklarla kaçıkların fantezileri biçimlendirmede
Öylesine ateşli beyinleri var ki,
Görürler soğukkanlı mantığın görmediklerini.
Deli de, aşık da, şair de,
Fantezilerle donatılmıştır her üçü de,
Bunların ilkinin gördüğü şeytanlar
Cehenneme bile sığamayacak sayıdadırlar:
İşte bu delinin ta kendisidir.
Aşık ise çılgının tekidir,
Helen'in güzelliğini bulur bir çingenenin yüzünde." 

Böylece düğün alanına gidip tiyatrocuların (Bottom, Quince, Snug, Flute, Robin, Snout) hazırladıkları oyunu izlemeye başlarlar. O kadar komik bir şekilde oynarlar ki gerçekten izleyenleri eğlendirirler ve tabi ki bizim gibi okuyanları da :) 


Oyunun bitiminde Oberon ve Titania herkesi kutsamak için ortaya çıkarlar. Puck ise şunu söyler: 


"Can sıktıksa biz gölgeler,

Şunu düşünün ve hoş görün:
Size görünürken biz demin 
Kestirdiniz farz edin,
Bu zayıf ve havai tema
Bir şey değil düşten başka."

Yani her şey aslında bir rüyaymış... 





Bir solukta okuduğum bu kitabı herkese tavsiye ederim. 


Keyifli okumalar....

Devamını oku »

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Kitap İncelemesi / Kırmızı Zaman-Mine Söğüt



Selamlar... Bugün yine bir Mine Söğüt kitabıyla daha buradayım. Mine Söğüt'le tanışmam geç oldu ama ondan kopmam biraz zor olacak gibi."Beş Sevim Apartmanı"ndan sonra diğer kitabına başlamak konusunda çok kararsızdım. Aynı tadı alabilecek miyim acaba diye şüphelerim vardı. Bu nedenle Mine Söğüt ile kendime biraz zaman vermeye karar vermiştim ki 2 gün önce sadece -sözde- arka kapağını okumak için elime aldığım "Kırmızı Zaman"ın  bugün son sayfasını okuduğumu fark edip büyük bir mutsuzluk yaşadım. Ne zaman başladım da ne zaman bitirdim anlayamadım. "Zaman" sanırım sihirli elini bana da değdirdi.. Ah be Mine Söğüt ! Sen nasıl güzel bir yazarsın öyle... Okudukça meraklanıp, meraklandıkça okuyasım geliyor. Kitabın içine girip kendimi öyle bir kaptırıyorum ki sanki ben de kitaptaki kahramanlardan birisiyim. Sözün özü sanırım uzun zaman daha Mine Söğüt'ten ve onun muhteşem kitaplarından kopamayacağım. Kopmak isteyen kim zaten ;) 

Kitabı özetlemem sanırım imkansız. Çünkü kitap öyle güzel yazılmış ki okumadan asla ne olduğunu anlayamaz insan. Kitap İstanbul'da geçen olayların ve bu olayların birbirleriyle bağlantılarını konu alıyor. Kırmızı bir kayıkla Haliç'te birden ortaya çıkan Zaman Dayı, irili ufaklı bulduğu bütün halatları toplayan ve birçok sır saklayan kimsesiz Halat Niyazi, fakir bir ailenin kızı olan ve her şeye alerjisi olduğu için evden dışarı çıkamayan ve babasının çöpten bulduğu kırmızı renkli bir kitabı okuyan Hüsran, babasının küçük yaşta terk ettiği annesinin bu olaydan sonra kendini kaybettiği ve zamanının çoğunu hastanelerde babasının cesedini arayan Botan ve Balat'ta doğan, asıl adı Leon olan Osmanlı'nın en ünlü cellatlarından biri olan Deligavur...

Hepsinin hikayesi bir ucundan diğerine bağlanan bu insanların hayatlarının, inançlarının ve görmek istemedikleri gerçeklerinin anlatıldığı kitap içinde bazı sayfalar ise hikayenin geri kalanı hakkında bilgi vermek için yazılmıştır:


"Yaşamanın ilk şartı bir gün mutlaka ölmektir."
"Gerçekler rüyalara saklanmayı sever."
"Heves, içinde tehlike olduğu hep unutulan bir lunaparktır."

Dehlizlerden geçerek başka dünyalara adım atan ve kendini kimsesizler mezarlığında bulan bu zavallı insanlar, birbirleriyle çok etkileyici bir şekilde bağlanmışlar. Kitabı okurken acaba neden böyle oluyor diye düşündüğüm her sorunun cevabını kitabın sonuna doğru yanıtladı yazar. Gerçek dışı olayların bu kadar gerçekçi olduğu bu kitabı gerçekten herkese tavsiye edebilirim. Kendi ülkemden, kendi memleketimin insanlarından ve kendi tarihimden bir şeylerin gerçek dışı bir şekilde anlatımı gerçekten çok ilgi çekiciydi benim için. Ve kitabı okurken öyle cümleler vardı ki... Bazılarını burada sizlere de yazacağım.


"Ölümden bu kadar korktuğuma göre daha önce ölmüş olmalıyım. Eğer ölümün ne olduğunu bilmesem bu kadar korkar mıyım? Tanrıtanımazlar ve bağnazlar... Hepsi de ölümün ne menem bir şey olduğunu biliyor olmalılar."

"Madem gelmiş geçmiş tüm inançların sorgusuz sualsiz varlığını kabul ettikleri tanrı, hayatı spermlerin ve yumurtaların, sonu varlık mucizesine varan rastlantısal maceralarıyla başlatıyor; madem her an, her durumda yaşam rastlantıya, rastlantı yaşama hizmet ediyor; o zaman rastlantı tanrının ta kendisi olmalı..."

 Kitabın sonuna doğru ise beni en çok etkileyen ve bunu her zaman dile getireceğim şiir şuydu:


Vicdan,
Tam kalbimizin altında duran bir organ...
Vicdan, bir bebeği ilk ağlatan,
Bir ölüyü son terk eden...
Vicdan... 



 Mine Söğüt okumaya devam diyorum ve keyifli okumalar diliyorum...

Devamını oku »

4 Temmuz 2014 Cuma

Kitap İncelemesi / Anne Frank'ın Hatıra Defteri-Anne Frank


Merhabalar... Bir kitap incelemesi için daha buradayım. Kitabı elimden az önce bıraktım ve hazır duygularım tazeyken blog yazımı yazmak için geç kalmak istemedim. Bu zamana kadar Yahudi soykırımı ve 2. Dünya Savaşıyla ilgili sayısız kitap okumama rağmen Anne Frank ile tanışmam biraz geç oldu sanırım. Bu kitabı okumaya başlamadan önce Anne Frank hakkında araştırma yapmayacağıma karar vermiştim. Tabi ki dayanamayıp kısa bir araştırma yaptım. Kitap tamamen bir günlük. Belki tuhaf ama bana biraz ergenlik yıllarımda okuduğum "Mavi Saçlı Kız"ı anımsattı. 13 yaşından 15 yaşına kadar 2 yıllık bir süreyi kaplayan Anne Frank'ın yaşadıklarını kapsıyor.

Kitap, Hitler zamanındaki Yahudilerin durumunu gerçekten acı bir şekilde gözler önüne seriyor. Yahudi olarak işaretlendikten sonra Frank ailesi ve 4 yakın dostları Otto Frank'ın ofis binasında bulunan gizli bir yerde saklanmaya başlarlar. Anne bu sığındıkları yere "Arka Ev" diyor. Her zaman yazar olmak istiyor ve bir gün özgür kaldıklarında ismi "Arka Ev" olan bir kitap yazmak istiyor. Annesiyle problemleri var ve annesini sevmediğini devamlı dile getiriyor. Ergenliğin de getirdiği "Kimse beni anlamıyor" psikolojisinin bana göre en güzel örneğidir Anne Frank. Bu sırada günlüğünde neredeyse en çok aile dostları olan ama bir o kadar da sevilmeyen kişi olan Bayan van Daan'dan söz ediyor. Daha sonraları Bayan van Daan'ın oğlu olan Peter ile samimi arkadaşlıkları başlıyor. Cinsellik hakkında çok fazla yazmaya başlıyor ve ilk öpücüğü Peter ile oluyor. 

Fakat ne yazık ki tüm bu olayların dışında bir gün polisler buraya gelir ve hepsini toplama kamplarına götürürler. Onları kimin ispiyonladığını gerçekten çok merak ettim. Ne yazık ki Anne tifüsten ölür. Aileden geriye sadece babası olan Otto Frank kalır ve kızının günlüğünü saklayan Miep ona bunu gönderir. Otto Frank'ta kızını bu şekilde ölümsüzleştirir ve kızı hayatta olmasa bile onun hayalini gerçekleştirir. 




Kitabı okurken birçok yerin altını çizdim. Bunlardan bazılarını sizlerle de paylaşmak istiyorum.

  • Almanlar ilginç bir ırk ve ben de aslında onlardan biriyim! Ama hayır, Hitler bizi zaten çoktan vatansız bıraktı. 
  • Kimseye ayrıcalık tanımıyorlar, yaşlılar, çocuklar, bebekler, hamile kadınlar, hastalar... hepsi, hepsi o trenle ölüme gidiyorlar. 
  • Tıpkı zavallı, hasta ve bakımsız bir hayvan sürüsü gibi, zavallı insanları iğrenç kesimhanelere götürüyorlar. 
  • Dışarıda kuş sesi bile yok, her şey öldürücü ve sıkıcı bir sessizlikle örtülü. Bu ağırlık adeta üzerime yapışarak beni derinlere çekiyor. 
  • Kim yükledi bize bunları? Kim biz Yahudileri diğer milletlerden farklı bir konuma getirdi? Bize şimdiye dek böyle acılar çektiren kim? Bizi böyle yapan Tanrı, ama bizi ayağa kaldıracak olan da yine Tanrı olacaktır. 
  • Yaşamı hala seviyoruz, henüz doğanın seslerini unutmadık, ümitliyiz, her şeyin düzeleceğinden ümitliyiz. 
  • "Sorunlarıyla dibe vurmuş olan gençler, yaşlılardan daha yalnızdır." Bu güzel sözü bir kitaptan almıştırm, bence çok doğru.


Keyifli okumalar...





Devamını oku »

2 Temmuz 2014 Çarşamba

Kitap İncelemesi / Tonio Kröger-Thomas Mann




Kitaptan bahsetmeden önce sizlere Thomas Mann hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. Öncelikle bu yazarın dilini ve anlatım tarzını sevmek gerçekten çok zor. Kitaplarında öyle heyecanla bekleyip acaba şimdi ne olacak diye beklenen olaylar olmuyor. Genelde durağan ve ağır gidiyor. O yüzden kitap çok az sayfalı bile olsa bitmesi biraz zaman alıyor. Goethe ve Nietzsche gibi birçok ünlü yazardan etkilenmiştir. Soylu sınıfı ile sanatçı sınıfı arasındaki fark eserlerine konu olmayı başarmıştır. Hayat hikayesiyle de kendinden çokça söz ettiren T.Mann'nın homoseksüel olduğu da bilinmektedir. Hatta çocuklarından bazıları da onun gibi homoseksüeldir. 

Tonio Kröger aslında bir nebze Thomas Mann'nın otobiyografisi niteliğindedir. Novella sınıfından olan bu kitap, çok yavaş ilerleyen ve zaman zaman anlaşılması gerçekten güç olan bir eserdir. Kısaca içeriğinden bahsetmek gerekirse kitap soylu sınıfından gelmesine rağmen sanatçı olmak isteyen Tonio'nun küçük yaşta ilgi duyduğu Hans Hansen'e olan hayranlığıyla başlıyor. Hans soylu sınıfından fakat Tonio sanatçı sınıfından olduğu için aralarındaki ilişki imkansızlaşıyor. Kitapta en çok dikkat çekici durum ise Nazi Almanya'sının o dönemde etkili olmamasına rağmen gerçek Almanların sarışın ve mavi gözlü olduğuna bir gönderme yapılmıştır. Tonio melez olduğu için Almanlar tarafından hem dış görünüşü hem de isminin tuhaflığından dolayı hep eleştirilmektedir. Kitabın içinde T.Mann, Schiller'e olan hayranlığını da "Don Carlos" eserinden söz ederek göstermiştir. Tonio'nun ikinci aşkı Inge Holm adındaki bir soylu kıza olmuştur. Fakat tabi yine karşılıksız kalmıştır bu ilgisi. Sanatçılık yolunda ilerleyen Tonio daha sonra güneye doğru seyahat etmeye başlar. Bu sırada ressam arkadaşı Lisaweta ile olan konuşmaları kitabın ana düşüncesini yansıtmıştır. 
"meslek deyip durmayın Lisaweta Ivanovna! Edebiyat kesinlikle bir meslek değil, bir lanettir-bilmiş olasınız. İlk olarak ne zaman kendini gösterir bu lanet? Erken, korkunç derecede erken. Daha tanrıyla, dünyayla esenlik ve uyum içinde yaşamanız gereken bir zamanda."
 Tonio Kröger yada Thomas Mann mı demeliyim bilmiyorum ama bu kişinin sanatçı kesim ve burjuva kesimi arasındaki git gel durumlarını anlatmaktadır. Kitabın her kesime hitap ettiğini düşünmüyorum ama Thomas Mann hakkında bilgi almak ve o dönemin sanatçı sorunlarını görmek isteyenler için ideal bir kitap. 




Ve ayrıca Thomas Mann ve ailesi hakkında yapılmış Thomas Mann'ın kızı tarafından anlatılan filme de bir göz atmanızı tavsiye ederim.



Keyifli okumalar....

Devamını oku »
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...